Ölüm Kuşu


Mavi ile yeşilin birleştiği yerde gözden kayboldu. Yükselebildiği kadar yükseldi, uçabildiği kadar uçtu. Keşke sevgilisinin yanına götürseydi onu kanatları ya da sonsuz bir bilinmezliğe. Ama kanatları onu ölüme taşıyordu, Layemut’un tam kalbine. O lanetli dağın tepesine uçma görevi ona verilmişti. Çok korkuyordu ama arkasına bakmayı bir saniye bile düşünmedi. Bakarsa düşeceğini onun kadar iyi hiç kimse bilemezdi.

Aylardır yağmayan yağmur yalnızca toprağı kupkuru bırakmakla kalmamış, köyün bütün sürüngenlerini de ölüme terk etmişti. Akif, iki adım ötesinde son nefesini vermek üzere olan karıncayı gördüğünde ne çok ortak noktaları olduğunu düşündü. İkisi de can çekişiyorlardı ve daha kötüsü ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar Akif de karınca da elbet bir gün öleceklerini biliyorlardı.
Evin kapısında göründüğünde bütün köy halkı evlerinin önüne çıkmış ona bakıyordu. Kadınların gözlerindeki yaşlara erkeklerin gözlerindeki korku karışıyor, çocukların bakışlarındaki masumiyete yaşlıların o kirli suratları eşlik ediyordu.
Akif her baktığı gözde bir öncekini ararken, attığı her adım onu evinden biraz daha uzaklaştırıyordu.
Evinden uzaklaşalı epey olmuştu. Akif arkasına bir kere bile bakmamış, annesi, gözünden akan yaşları bir kez olsun görmemişti. Köylülerin onu göremeyeceğinden emin olduğunda adımlarını ağırlaştırdı. Annesinin hazırladığı yolluğa baktı. En sevdiği yemekleri hazırlamıştı annesi. Ölmeden önce ziyafet çekmek bu köyün eski adetlerindendi.
Akif aylardır yağmayan yağmurun sorumlusunun kendisi olmasına bir türlü anlam veremiyor, köy meclisinden çıkan karara isyan etmek istiyor ama her denemesinde annesinin ‘Allah isyan edeni sevmez’ sözü aklına gelince, korkuyla karışık bir nefret duygusuyla yürümeye devam edip günlerce sürecek olan bu ölüm yolculuğunun sonunda da köye yağmur yağmazsa, annesinin dökeceği göz yaşlarını hayal ediyor ve o gözyaşlarının doldurduğu barajın bütün köye yeteceğini düşünüyordu.
……

Soluklanmak için durduğu ağacın tepesindeki bütün diğer kuşlar o gelince panikle başka ağaçlara uçuştular. İmkanı olsa hepsiyle tek tek konuşup, yaptığı işten kendisinin de memnun olmadığını anlatmak isterdi. Ama anlatsa da dinlemezlerdi. Dinleseler de anlamazlardı. Ah bir anlasalar… İbis, şu koca kainatta kendisini anlayacak birinin olmasını o kadar çok isterdi ki. Beraber evrenin sonsuzluğunda kaybolabileceği, dünyanın en güzel ağaçlarını keşfedip, en güzel nehirlerinden su içebileceği ama hepsinden de önemlisi aldığı canlardan sonra döktüğü gözyaşlarını paylaşabileceği bir dostu olmasını… Soluklandığı ağacın tepesinden, çırptığı bembeyaz kanatlarıyla uzaklaşırken sağa sola gizlenmiş olan diğer kuşlarla göz göze geldi. O gözlerde korku, o gözlerde nefret, o gözlerde öfke… Ben, dedi, İbis, bunu hakedecek ne yaptım?

……..


Küçüklüğünde geceleri uyuyamadığında annesi elinde bir parça ekmekle yanına gelir ve ona en sevdiği öyküyü anlatmaya başlardı; Ölüm Kuşu İbis’in öyküsünü. Öyküye göre bu kuş o kadar çirkin ve büyüktü ki ona bir bakan bir daha bakamaz, onun kanat çırpışını bir kez duyan sağır olur ve bir daha bu dünyanın hiçbir güzelliğini duyamazdı. Allah, sevdiği kullarının canını almak istediğinde meleklerinden Azrail’i gönderir, ama eğer canını alacağı kul sevmediklerindense işte bu şeytandan da beter, simsiyah gözlü, cehennem bakışlı kuşu, İbis’i gönderirdi. Öykünün Akif’i en çok şaşırtan bölümüyse, İbis’in aldığı canları içine koyduğu torbanın, Azrail’in torbasından hep daha ağır olmasıydı. Annesi bu kısmı anlatırken kendini tutamayıp araya girerdi Akif. ‘Allah bizi sevmiyor anne!’ derdi. ‘Sevse İbis’in çantasının o kadar ağır olmasına izin vermezdi.’
Evinden binlerce adım uzakta, adını bilmediği bir toprak parçasında, dallarından bir zamanlar kirazlar sarkan yemyeşil bir ağacın altında, annem beni sevmiyormuş Allah’ım dedi Akif. Sevseydi, Layemut’a göndermezdi.

….


Geride bıraktığı her toprak parçası bir öncekinin aynısıydı. Karşılaştığı insanların suretleri hep değişiyor ama gözlerindeki korku aynı kalıyordu. Yalnızca gözlerindeki bu korku değil, hayalleri, hayal kırıklıkları, sevgi ve nefretleri de aynıydı insanoğlunun. Bunun farkına bir varsalar, göklerdeki yağmur, İbis’e gerek kalmadan boşanacaktı üzerlerine. Fakat bu insanlar yağmuru değil, onu beklemeyi seviyorlardı. İbis, onları asla anlamıyor, kendilerine bahşedilen evreni bu denli hor kullanmalarındaki sebepleri çok kez düşünüyor ama sorusuna tek bir yanıt dahi bulamıyordu.
Yalnızlığa terkedilmiş vadileri, balıkların neşeyle yaşam bulduğu masmavi gölleri ve denizleri, mecnunların yalın ayak dolaşıp cananlarını aradığı çölleri geçti. İnsan ve doğa tüm çıplaklığıyla kanatları altındaydı. Layemut’a yıllar sonra bir kez daha uçarken, dünyanın ne kadar değiştiğini görüyor, insanların hırs ve çıkarları uğruna tutunacakları son dalı da kırışlarına şahit oluyordu. İbis, yağdıracağı yağmurun onlara faydadan çok zarar sağlayacağını biliyordu. Gerçekleşmesi geciksin diye ortaya konan her çaba, kalıcı çözümler bulunmadıkça, felaketin daha da büyümesinden başka bir işe yaramıyordu. Bu insanların ihtiyacı olan şey yağmur damlası değil, dağ büyüklüğünde gök taşlarıydı. Yeniden doğmak istiyorsanız, önce ölmeniz gerekirdi.
Günler süren yolculuğunun sonunda kurbanını gördü İbis. Gördüğü gibi de oradan uzaklaşmak istedi ama yapamadı. Daha önce bir çocuğun kurban edildiğini görmemişti hiç. Yoldaki düşüncelerini hatırladı ve ne kadar yanıldığını anladı. Çocuklar kurban edilmeye başladığına göre insanoğlunu gök taşları da kurtaramayacaktı.
Çocuğun gözlerindeki korkuyu fark eden İbis, ona hazırlanması için biraz zaman vermeye karar verdi ve Layemut’un tepesinde turlar atmaya başladı.
…..
Dünyaya gözlerini açtığı odada almışlardı Akif’in ölüm kararını. Köyün bütün ileri gelenleri, dedesi, babası ve annesi, Akif’in yatağının başına dizilmiş, saatlerdir konuşuyorlardı. Verilen hiçbir kurbanın Allah katında kabul görmediğini, hatta armağanların özensizliğinin onu daha da öfkelendirip felaketi büyüttüğünü anlatıyorlardı Akif’in babasına. Açlık ve sefaletten nüfusu son yıllarda neredeyse yarıya düşmüş köyde çocuk da doğmuyor, doğanlar ise anneleriyle birlikte melek oluyorlardı. Dedesi, bütün acılarının dinmesi ve köyün eski güzel günlerine geri dönebilmesi için, Akif’in kurban verilmesi gerektiğini söylüyordu. Digna’nın en gencini kurban etmek hiç kuşku yok ki Allah’ın öfkesini dindirecekti.
Ölümün sıcaklığını ilk olarak o kapıda hissetti Akif. Doğduğu, oyunlar oynadığı, hayaller kurduğu, yalnızlıklar yaşadığı, kimi zaman içine sığamayıp kimi zaman da karşısında kendini toz zerresinden bile ufak hissettiği odasının kapısında. Birileri karşı çıksın istedi. Annesine baktı önce. Gözlerinde yaştan başka bir şey göremediği annesine. Babasına baktı sonra. Dudaklarından onay cümlelerinden başka bir şey okunmayan babasına. Kendi canından, kanından göremediği desteği odasındaki yabancılarda aradığını fark ettiğindeyse ilk defa ölümü tattı. Önce kalbini aldılar Akif’in, bedenini ise sonraya bıraktılar.
Kararı kendisine bildiren dedesinin gözlerinin içine uzun uzun baktı Akif. Kahverengiydi gözleri. İlk defa bu kadar yakınlaşmıştı onunla. O gözlerde mecburiyet gördü Akif. Binler yaşasın diye feda edilen bir can gördü. Hiç itiraz etmedi. Son bir kez odasını görmek istedi. Hiç kimseye sarılmadı. Selam vermedi. Yemeklerin hazırlanmasını bekleyip, annesinin hazırladığı torbayı aldı, onunla göz göze gelmemeye çalışarak. Hızlı adımlarla çıktı evden. Yaşadığı ve yaşayacağı onlarca güzel şey aklındayken Layemut’a doğru ilerlemeye başladı.

…..

Layemut’un bütün tozları havalandı. İrili ufaklı bütün taşlar yerinden kımıldadı. Esen yel bir kez daha içini ürpertti. Ayakları daha fazla taşıyamadı Akif’i. Dizlerinin üzerine düştü önce. Sırtı yere kavuştu. Kirpiklerinden akan yaşlar ağır ağır toprağa süzüldü. Elleri, ayakları bir ahenk içinde titremeye başladı. Onlara dişleri eşlik etti. Ama gözleri… Gözlerini bir an olsun kırpmadı Akif. İbis’i görmek için artık hazırdı.
Bir çığlık duyuldu uzaklardan. Yüreğin en derinlerinden gelen bir çığlık. Kanat sesleri takip etti bu çığlığı. Durmak bilmeyen, insanı sağır edecek türden kanat sesleri. Bunu duyan genç yaşlı bütün sürüngen ve kuşlar yuvalarına çekildi. Olacakları herkes biliyordu. Olacakları herkes her zaman bilirdi.
İbis alçaldıkça çığlığı toprağı yarıyor, yarılan topraktan yıllardır gün yüzü görmemiş hayvanlar kaçışıyorlardı. Akif bütün bunları hissediyor fakat içinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. İbis, Akif’in etrafında turlar attı. Alçaldı ve yükseldi. En sonunda son bir çığlıkla yardı yeri ve göğü. Layemut’un etrafına kara bulutları topladı. Yeryüzüne düşecek ilk yağmur damlası için yapılması gereken tek bir şey kalmıştı artık. İbis omzuna kondu Akif’in. Göz göze geldiler. İbis’in gözünde Akif, Akif’in gözünde İbis. Son bir gözyaşı damladı toprağa. Son bir çığlık koptu İbis’in yüreğinden. Akif’in nefes alış verişi hızlandı. Gözkapakları son bir kez öylesine büyüdü ki, tüm evreni gördü Akif. Evrenin ağlayan ve de gülen çocuklarını. Evrenin ezilen ve de ezen çocuklarını. Yağmurun kıymetini kuraklıkta bilenlerin çocuklarını.
Çakan şimşekle birlikte Akif’in gözbebeğinden içeri düştü ilk damla. İbis’in kanatlarından toprağa süzüldü ikincisi. Yavaş yavaş kapandı Akif’in gözleri. Yağmur, bütün günahlarından arınsın diye olanca şiddetiyle yağmaya başladı Ademoğlunun üzerine. İbis’in çığlıklarının yardığı topraktan içeri süzen sular yemyeşil çiçekler olarak geri döndü yeryüzüne. Bütün sürüngen ve kuşlar saklandıkları yerden çıkıp kendilerini yağmurun coşkusuna bıraktılar.

Akif’in son nefesini vermesiyle birlikte İbis de kanatlarını gökyüzüne yöneltti. Sırılsıklam olmuş bedeniyle uzaklaştı Akif’in omzundan. Arkasına bakmayı bir saniye bile düşünmedi. Bakarsa düşeceğini onun kadar iyi hiç kimse bilemezdi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sarı Yelekliler Üzerine - Slavoj Zizek

''her insanda bütün insan halleri vardır.''

Alemin Sırrı : Necati Bey ve Seher Hanım'ın Hikayesi